Alıntılar

O zaman bu zamandan, okuduğum okumadığım, okuyacağım okuyamayacağım parçalardan süzülmüş parçacıklar. Belki de zaman içinde güncellenecek bir seçki

Emrah Safa Gürkan - Fransız Devrimi

On yedinci yüzyılın sonunda erkeklerde %27, kadınlarda %14 olan okuma oranları, bir sonraki asrın sonunda %47 ve %27' ye çıkmıştı. Fransa'nın kuzeyinde erkeklerin yarısı kadınların da üçte biri isimlerini yazabiliyorlardı. Ve bu toplum sadece okuyabiliyor değildi, okuyordu da aynı zamanda. Kısacası, Jacques-Louis Ménétra gibi sıradan bir cam ustasının bile kendi hayat hikâyesini kaleme alabildiği on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Fransız toplumu belirli bir bilinç düzeyine erişmişti.

Biri "Millet emir almak zorunda değil" derken, Mirabeau Kontu "Git efendine söyle, biz halkın iradesiyiz" diyerek kralı meclisin dışında gördüğünü itiraf etmekten çekinmeyecekti.

Ancak, ihtilal dönemlerinin tarihçilere öğrettiği bir şey varsa, o da cesur sözlerin çoğu zaman kudretin değil zayıflığın göstergesi olduğuydu.

1795 yılında tesis edilen "Direktuvar” rejiminin, yıların biriktirdiği sorunları çözmekte çok başarılı olduğu söylenemezdi, ancak, yine de devrimin emeklerinin heba olmasını ve halkın devrimden yüz çevirmeye başladığı yıllarda monarşinin geri dönüşünü önlemeyi başaracaktı. 1797 seçimlerinde mecliste çoğunluğu ele geçiren monarşi yanlılarının bir darbe hazırlığında oldukları ortaya çıktığında ise hızla harekete geçip komployu engellemeyi ve devrimin ömrünü uzatmayı bildi. Bunu, 29 yaşında, İtalya’daki başarılı seferleriyle kendini ispatlamış Korsikalı bir generale borçluydu. Napolyon adlı bu generalin alacaklarıdan feragat edecek biri olmadığı kısa sürede anlaşıldı; yükselişi şaşırtıcı bir sertlikte cereyan etti. Kaotik bir hükümetsizlikten '"imparator”lu bir merkezi hükümete geçiş sadece on yıl sürecekti.

Oğuz Atay - Oyunlarla Yaşayanlar

İnanç devrimleri de vardır. Şey hayır yoktur. Çünkü her konuda devrim olur mu? Çünkü her konuda devrim olmaz. Örneğin, dinde devrim olmaz, reform olur. Çünkü din bir kere elden giderse bir daha geri gelmez diye korkulur. Bir de toprakta reform olur, toprak reformu olur. Çünkü toprak da bir kere elden giderse bir daha geri gelmez diye korkulur. Biz bazen devrim yaparız, bazen reform yaparız. Ama durmadan koşarız.

Ey zavallı milletim dinle! (Durur.) Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri, için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz. 

Ben de büyük meseleler yüzünden harcamış olmak isterdim hayatımı. Küçük dertler yüzünden yıpranıp gitmek istemezdim.

Senin yüzünden oldu. Bu oyunları başıma sarmasaydın ikide birde ölümü düşünmek zorunda kalmayacaktım. (Düşünür.) Aslında, şimdiye kadar kim bilir kaç kere öldüm? Evlendiğim gece, yani çok sarhoş olduğum gecelerden biri. Evet o gece öldüm, çünkü çok sarhoştum, ondan bir gece önce bile sarhoştum, ondan iki gün sonra da ... karımın parasını içkiye yatırdığım ve işler yapacağım diye batırdığım zamanlar da... Ve sevgili milletim şimdi utanmıyorum artık: Hiç utanmadan, sanki hiç ölmemişim gibi, eve gelenlere hoş geldiniz diyorum, giderlerken güle güle diyorum. Ve sanki karım dikiş dikmiyormuş gibi, sanki eski borçlarım yüzünden ikide birde kapım aşındırılmıyormuş gibi, sanki insanmışım gibi, yine buyrun bekleriz diyorum. Ne-var-ne-yok-iyilik-sağlık oynuyorum her an. (Zorlukla ayağa kalkar.) Hayır, hoş gelmediniz; hayır ne iyilik, ne sağlık... 

Artık hayatımın yarısını yaşıyorum, yarısını oynuyorum.

Anlamıyorum. Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor hiç anlamıyorum.

"İnsan dev gibi bir mezar taşının yanından geçiyor, bana mısın demiyor"

Sen de biliyorsun ki sonum kötü. Baş tarafımı da zaten çoktan unuttum. İşte bu yüzden Sayın Saffet Söylemezoğlu, bütün büyük tiyatrocular gibi, ben de sahnede ölmek istiyorum

"... Büyük kalpler nedense çok zayıf oluyor."

Vedat Milor - Yeni Dünya Yeni Kurallar

Hedefleri kendin koymayınca bir yerde patlıyorsun. Diyelim bir sinema filmi yapmak istiyorsun ama bu istek sana yönelik beklentilerle örtüşmüyor. İşletme okumuşsun; bir bankaya girmen, yükselmen, müdür olman bekleniyor. Beri yandan âşık oluyorsun, evleniyorsun, çocuk yapıyorsun; iş yaşamında senden beklenenleri yapmaya başlayınca da artık hedeflerinden iyice uzaklaşıyorsun. Süreçten de zevk alamıyorsun. Söz konusu olan senin sürecin değil zaten; bu, toplumun sana uygun gördüğü süreç… Belki sen bunun farkında bile değilsin. Yaptıklarını bilinçli bir şekilde yapmıyorsun, sadece öyle sosyalleşiyorsun. Çünkü korkuyorsun. Yalnız kalmaktan korkuyorsun en başta. Bu korkudan dolayı da kendine rağmen çok ciddi tavizler veriyorsun.

Günümüzün düsturu bu değil; “Eğlen, az konuş, çok iş yap.” dönemindeyiz. Üretkenlik, verimlilik çağı bu. Benim o dost meclisi konuşmaları birçok insana boş konuşma olarak gelir. Bana göreyse bu meclisler insanın daha zenginleşmesi, çok boyutlu hale gelmesi, düşünsel açıdan tatmin olması, kendini tam hissetmesi için birebirdir. Görselliği de önemsiyorum. Yemek yediğim masada şık bir masa örtüsü ve keten peçeteler, güzel mumlar, güzel tabaklar bulunmasına; üstümüzde bir avize olmasına değer veriyorum. İşin estetik tarafı, benim açımdan sonuç kadar önemli… Bu çağ bu estetiğe hitap etmiyor, onu önemsemiyor. Pratik olmayı, efektif olmayı ön plana çıkarıyor. Süreç yok. İşin estetik boyutu yok. Sadece sonuç var. Tüm bunları kale aldığımda insanların daha çok vaktinin olduğu, daha çok konuştukları, hayatın farklı yanlarına daha çok değer verildiği, sofrada daha uzun oturulduğu, şık masalarda yemek yenildiği; sinemanın, sanatın ve tüm bunlar üzerine konuşmanın insanın hayatının çok daha içinde olduğu dönemleri güzel buluyorum. Bunlar daha romantik zamanlardı. 1960’lar, 1970’ler bir ölçüde böyleydi. Bu dünyadan giderek uzaklaşıyoruz.

İşin içine estetik anlayışı girince kişisel farklar ortaya çıkar. Üstelik bu sınıfsal bir mesele de değildir, kişisel bir meseledir. İnsanların hayata bakışı ve onu yaşama şekli kültüre, eğitime, kimin çocuğu olduğuna bağlı olmayabiliyor. Bazı insanlar ne kadar zengin, ne kadar şanslı olursa olsun ot gibidir. Ot gibi yaşar giderler. Yaşamdan bir zevk almazlar. Çünkü tam da Çetin Altan’ın söylediği üzere, “Yaşam sevgisi bir kültürdür.”

Çünkü herkes şu anda gelirin adil bölüşülmediği üzerinde anlaşsa bir şeyler yapılacak. Ama dikkat orada başka yere, komplolara kayıyor. O zaman da kabileci eğilimler insanların ortak bir paydada buluşmasını engelliyor. “Geliri nasıl adil bölüşürüz, bunun için ne tür politikalar üretilmesini sağlayabiliriz?” sorularının yerine, “Bu işler Yahudilerin mi başının altından çıkıyor, beş aile mi dünyayı yönetiyor?”, “Bilmediğimiz gizli bir örgüt mü var?” gibi kanıtlardan uzak, nesnellikten uzak, duygularla alakalı sorulara yönelirseniz, yaptığınız iş zaten mevcut düzeni korumak oluyor. Eşitsizliği koruyorsunuz. İşte bu teorilerin statükoyu devam ettirme özelliği var ve bu özelliğin kendisi de belki, haydi sizinki gibi bir komplo teorisi üretelim, bizzat komplo teorilerinin yaygınlaşmasını sağlıyor. Sözde düşmanınız olarak gördüğünüz kesimlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz.

Örneğin sinemada ve televizyonda… Filmler ve diziler giderek hızlanıyor. Filmlerin içinde düşünemiyorsun. Sürekli yeni bir şeyler oluyor. Olaylar gelişiyor. Zihnin bir konuyu enine boyuna tartamıyor. Böyle olunca sadece belli bir yolu takip ediyorsun. Senaryo yazarının, yönetmenin filmde gösterdiği yolu izleyip, onların anlatmak istediği kadarını alıp gidiyorsun. Bu sana ne katabilir ki? Hiçbir şey. Dümdüz bir seyircisin. Pasifsin. Düşünmekten uzaksın. Sadece tüketen birisin. İki saatlik filmleri geçelim, bilmem kaç bölümlük diziler bile böyle… İçlerinde düşünme boşluğu, zihnini germe imkânı yok. Bir başka alan gastronomi… Düşünce zinciri yemek yapmada da kırıldı. Her şey çok ince tariflerle pişiriliyor. Milimetrik ölçüler ve oranlar var. Neyin ne kadar pişeceği saniyesi saniyesine belli… Mutfaklarda bu konuda askeri bir disiplin hâkim. Kimse o ölçülerin dışına çıkmıyor. Demek ki yemek yaparken bile artık düşünülmüyor.

Dikkat edin, bizde insanlar bir yerde erkek erkeğe veya kadın kadına toplandığında eşlerinden şikayet eden çoktur. Mutsuzdurlar. Ama bunun önüne geçmek için de bir şey yapmazlar. Hem şikayet etmeye hem de hiçbir şey yapmamaya devam ederler. Eylemlerindeki bu çelişkiyi de görmezler. Aslında yapabilecekleri bir şey vardır ama onu da yapmak istemez, suçu başkalarının üstüne atarlar. “Çocuklar,” derler mesela; “çocuklarım olmasa çoktan boşanırdım,” ama dedikleri yanlıştır; çünkü bu kadar mutsuz, bu kadar kavga edilen bir ailede büyümek çocukları da kötü etkiliyordur. Bunu çok görürüz. Mikro düzeyde, insanların şikayet ettikleri birçok konu hakkında alternatifler bulma, farklı bir şeyler yapma seçenekleri vardır ama o gücü kullanmak istemezler ve kendi kendilerini aldatırlar.

Hayır, ben karşımda kötü niyet ve aptallık gördüğümde, bana haksızlık yaptıklarını düşündüğümde kanuni yollarla elimden geleni sonuna kadar yaparım. Bunu yapmazsam işte o zaman mutsuz oluyorum. Bakın burada, metateori anlamında bir mutluluk ve mutsuzluktan bahsetmiyorum. Neticede mutsuz olmamak için de elimden geleni yapıyorum. Bu defa amaç odaklı bir insan hâline geliyorum. Tek bir amacım var: Bana yapılan haksızlığı kabullenmemek, elimden geldiği kadar direnmek ve diretmek. Bu bana bir tatmin veriyor. Dediğim gibi, metateori düzeyinde bir mutluluk değil bu. Kişisel gelişim kitaplarındaki gibi değil. “On derste mutluluğun formülü” tabirlerindeki gibi hiç değil. Bu tür konular hayatta mümkün değildir. İnsan, zaafı olan bir yaratıktır. O zaafları da hoş görmek gerekir. En başta da insanın bazen kendi zaaflarını hoş görmesi gerekir. Karşınızdakini de bu yönde hoş görmek gerekebilir.

Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken

Ben bir şeyin taklidiydim; fakat, aslımı bile doğru dürüst öğrenememiştim.

Tez davranıp inandıkları uğrunda ölmesini beceremeyenler, inanç değiştirmekten başları döne döne ihtiyarladılar. 

Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yan yana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle, bir düşünce olsaydı. Binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri, beni içine alsaydı! 

İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz. 

Ziya Gökalp - Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak

Hayatın özü yaratıcı bir gelişimdir. Gelişme süreci göstermemiş olan varlıklar cansızlardır. Kuralcular sonuç ile sebebi karıştırıp, sonucu sebep yerine koyarlar. Kural, gelişmenin geçici bir sonucudur. Onlar bunu, gelişimin sebebi sanırlar. Sebep belli olduğu için, artık gelişimin tarihini incelemeye gerek görmezler. Bu anlayışta olanlar, kuralı en büyük hükümdar gibi gördükleri için, uygulamadan bir fayda elde edilemediğini görünce, bütün sorumluluğu zavallı kurala yüklerler.

Mefkûrenin yaptırıcı gücüne gelince.. Bu çekicilik gücünün bir sonucudur. Mefkurenin meydana çıkmasına karşı, kıtsal bir aşkla büyükenmiş olmayanlar, onun kudretini dolaylı olarak duyarlar. Mefkureye uyan, ya da ters düşen hareketlerin, mefkureye bağlanmış olan toplum tarafından tepki ile karşılanacağını anlarlar. Mefkureli toplumun, beğenme veya kötüleme şeklinde ortaya çıkan bu tepkisi, mefkurenin yaptırcı gücüdür ki, önce, belirlemeden yoksun olduğu için "töre" şeklindendir. Sonra ise gelişip şekillenerek "yasa" şeklini alır.  

Peyami Safa - Yalnızız

"Çünkü susmak cevapların en fenasıdır."

“Çünkü ben bir anın içinde bütün varlığımla var değilim. En büyük parçalarım geçen zamanın içinde."

"Sevgiliyi dışarıda öldürmek neye yarar, içimizde yaşadığı müddetçe?"

Ben yalan arayan zekânın gözlere verdiği ağır hareketi bilirim. Çok az yanılmışımdır. Bakış evvelâ sağa ve sola doğru kayar. Arama başlamıştır. Sonra gözbebeği yukarıya doğru bir kavis çizip aksi istikamete iner. Sonra tam karşı tarafa bakar. Donuktur. Bulamamıştır. İki üç defa kırpılır. Korku çırpınışı. Yalan aradığının sezilmesi ve aranan yalanın bulunmaması korkusu. Nihayet bütün yüzde, gergin çizgileri gevşeten bir kurtuluş hareketi. Yalan bulunmuştur. Gizlenen sevinç, dudakların ucunda belli belirsiz bir gülümseyiştir.

"Kadının aşk ahlakı bazan aşkın dışında ahlak tanımaz.”

“İkincilerimize hâkim olduğumuz nispette insanız … Hepimizin ruhumuzda en az bir katil, birkaç hırsız, bir sürü yalancı, iftiracı ve sayısız can, mal, ırz düşmanı var. Bunları hapsediyoruz. Yoksa kim adam öldürmez, çalmaz, iftira atmaz, ev bark yıkmaz?”

 

“– (…) Seni sevmek istedim, bir an için. Böyle bir his gelip geçti. Geçmedi daha. Fakat geçer. Benim böyle birçok hayallerim var. Sıkıldım mı, kendimi oraya atarım.

– Ne hoşsun. Beni de götür oraya.

– Simeranya’da yalan yoktur.

– Kadın yok mu?

– İnsanlar gölgelerdir. Konuşmadan anlaşırlar. Birbirlerinden hiçbir şey saklayamazlar. Seni görür görmez bir Simeranya kadınına benzettim. Elbisenin içinde yalnız ruhun var. Yüzün bir örümcek ağı. Gözlerinde sen dolusun. Gurur ve yalan yok. Seni sevmek istiyorum. Bu bir hayal. Simeranya gibi sen de yoksun. Yaratıyorum seni ben, kendi arzuma göre. İsmini sakın söyleme bana. Birbirimizi bir daha görmiyeceğiz.”

 

“Hayranlık mağlup olmuş bir kıskançlıktır. Yani kıskançlık gıptaya, gıpta hayranlığa yerini verir. Dibinde kin vardır. Gitgide, hayranlığın zaafa uğradığı anlarda bu kin ortaya çıkar.”

“İntihar intihardır ve başka bir şey değildir. İntihar ediyorum. Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım.”

"Hayat da böyledir, Mehfaret, hayat da böyledir. Çaresizlik ve tehlike anları vardır ki, o zaman çırpınmaya ve haykırmaya gelmez. Batar insan ve boğulur. Marifet o anları geçirmektir. Sonrası gittikçe kolaylaşır. Kadere teslim olmak lazımdır o anlarda. Anlıyor musun? İsyanın tekniğidir. Yani sabırdır. Müspet, enerjik, hedefli, iyimser bir sabır. Dikkat et sözüme. Bu dünyada ölümden başka hemen her şeyin bir çaresi vardır. Mesele diye karşımıza çıkan zorlukların çoğunu kendi ruhumuzun içinde halledebiliriz."

"En çok düşündüğümüz kelimeyi en az kullanmaya bizi mecbur eden gururumuzu aldatmak için, SEVMEK fiiline sözden başka ifade şekilleri ararız."

"Ölü fakat canlı, ne kadar canlı, hayatın gösterişlerinden uzak, hayatın özünü içinde taşıyor, hayatın cevherini dondurmuş ve ebedîleştirmiş. Ölüm onu çirkinleştireceği yerde, o ölümü güzelleştiriyor."

Barış Bıçakçı - Tarihi Kırıntılar

Hareket konusundaki bilgimi duran şeylere, resme ve heykellere borçluyum. Kitaplar sessizdir ama başka insanları dinlemeyi onlardan öğrendim. Cinsellik ise bütün kuşların bana doğru uçtuğu bir ufuktu; avcıların hedefinde olmadığım halde her defasında vurulmam bu yüzden. Böyle her şeyi biliyormuş gibi konuşmam müziğin kıyısından döndüğüm içindir, ellerim boş. 

Ziya Gökalp - Rusyadaki Türkler Ne Yapmalı

Tarih ve etnografya bize gösteriyor ki, itaate alışmamış olan kavimler müstakil bir devlet teşkilatından mahrum kalmışlardır. Mafevkine itaat etmesini bilmeyen bir asker, madununa kumanda etmesini de beceremez. En iyi kumandanlar ve idare memurları, itaate en çok alışmış olan insanlardan yetişir. O halde, evvel-i emirde her nahiyede bir reis intihab ederek ona kati bir itaat göstermek lazımdır. Reis ne kadar muta olursa, o nisbetde cemiyetin kaidelerine muti olabilir. Mamafih, bir reis de kendisine itaat etmesini isterse, evvel-i emirde kendisinin herkesten ziyade içtimai kaidelere ve mefkurelere itaat etmesi lazım geldiğini düşünmelidir:

Samuel Ullman - 1917

Gençlik hayatın bir evresi değil, bir akıl ve ruh durumudur. Mesele gül yanaklı, al dudaklı olmak ya da esnek dizlere sahip olmak değil, arzulu olmak, nitelikli hayal gücüne ve güçlü duygulara sahip olmak meselesidir; O, yaşamı besleyen pınarların taze kalmasıdır. Gençlik cesaretin korkaklığa, maceracılığın kolaycılığa galip gelmesidir. Bu duruma 60 yaşındaki bir adamda 20 yaşındaki bir delikanlıda olduğundan daha fazla rastlanması sıkça görülen bir şeydir. Kimse yaşadığı yıllar yüzünden yaşlanmaz. Bizi yaşlı yapan ideallerimizden uzaklaşmamızdır. Yıllar cildimizi kırıştırabilir fakat yaşama coşkusunu yitirmek ruhumuzu kırıştırır. Üzüntü, korku ve özgüven eksikliği kalbi büker, ruhu toza döndürür. 60'ında veya 16'sında, farketmez, her insanın kalbinde merakın cazibesi, o şaşmaz çocuksu "bundan sonra ne olacak?" tutkusu ile yaşam denen oyunun heyecanı vardır. Sizin ve benim kalplerimizin merkezinde bir telsiz istasyonu bulunuyor; o, insanlardan ve sonsuzluktan güzellik, ümit, neşe, cesaret ve güç mesajları aldığı sürece genç kalırsınız. Antenler kapanır ve ruhunuz kuşku karları ile kötümserlik buzlarıyla kaplanırsa yirmi yaşında bile olsanız yaşlanmışsınızdır. Ama antenleriniz iyimserlik dalgalarını yakalamak için açık durduğu sürece, seksen yaşında bir genç olarak ölmeyi ümit edilebilirsiniz...

 Grigoriy Petrov - Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Anne ve babalar, izninizle sormak istiyorum - bu yetişme tarzıyla çocuklarınızın kanat edinebileceğini gerçekten düşünüyor musunuz? Yoksa onların kanatlarını daha ilk başlarda, temelli olarak siz kendiniz mi kırdınız? Çocuklarınız büyüyerek, birer genç kız ve delikanlı olduklarında, onlarla gelecek hayatları ve yapacakları işlerle ilgili konuşmaya başlayacaksınız. Onları mühendis, memur, tüccar, doktor veya avukat olarak, en fazla kazanç getiren mesleklerde görmek isteyecek, rahat ve kazançlı işlere yerleştirmek için çabalayacaksınız. Kızlarınıza ise zengin koca bulmaya çalışacaksınız. Hırs, açgözlülük, tamah... Çocuklara daha iyi bir düzen kurmak, onları sıcak ve rahat bir yere sokmak istiyorsunuz. Bunu yapmakla da çocuklarınıza olan sevgi borcunuzu yerine getireceğinizi düşünüyorsunuz. Bu  noktada  Lev  Tolstoy’un  söylediklerini  hatırlamakta fayda vardır: "Hayattaki  aşırı  düzensizliğin  başlıca nedenlerinden birisi herkesin hayatta iyi bir düzen kurmaya çalışması, fakat hiç kimsenin  hayatın kendisini düzene sokmak istememesidir."

 Yuval Noah Harari - Sapiens

Homo cinsinin besin zincirindeki yeri çok yakın bir zamana kadar ortalardaydı. Milyonlarca yıl boyunca insanlar küçük hayvanlar avladılar, ne buldularsa onu yediler ve aynı şekilde büyük avcılar tarafından avlandılar. Ancak 400 bin yıl önce çeşitli insan türleri büyük av hayvanlarını avlamaya başladı ve ancak yüz bin yıl önce Homo Sapiens’in ortaya çıkışıyla insan, besin zincirinde yukarı zıpladı. Orta sıralardan yukarıya doğru atılan bu büyük adımın çok önemli sonuçları oldu. Piramidin tepesindeki aslan ve köpekbalığı gibi diğer hayvanlar, bu pozisyona kademeli olarak milyonlarca yıl içinde yükselmişti. Bu da, ekosistemin çeşitli kontrol ve denge mekanizmaları üreterek, aslanların ve köpekbalıklarının ortalıkta terör estirmesini engelledi. Aslanlar daha ölümcül oldukça ceylanlar da daha hızlı koşmaya, sırtlanlar daha iyi işbirliği yapmaya, gergedanlar daha saldırgan olmaya başladı. Buna karşın, insan tepeye o kadar hızlı çıktı ki, ekosistemin gerekli ayarlamayı yapacak vakti olamadı, ve buna ek olarak insanlar da bu değişime ayak uyduramadı.Gezegendeki büyük avcıların çoğu muhteşem yaratıklar; milyonlarca yıl süren hakimiyetleri sayesinde kendilerine olağanüstü derecede güveniyorlar. Sapiens ise adeta bir muz cumhuriyetinin diktatörü gibi. Daha yakın zamana kadar savandaki orta halli yaratıklar olduğumuz için hala korku ve endişelerle doluyuz, ve bu da bizi fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılıyor. Ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor.

 Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar 

Bizim gibilerin hayatında güzellikler, kısa süren aydınlıklardır. Bizim gibiler, başkalarının yaşantılarına kısa bir süre için girerler. 

Mürekkep de biraz solarsa, tam bir eski eser olacak: Yazılmış, çizilmiş, düzeltilmiş, yaşanmış, ıstırap çekilmiş, satırların içinde nefes alınmış. Hayatın eskittiği bir eser. 

Başkalarına da gittim Sevgi. Hemen hepsiyle bir takım küçük olaylar yaşamışım, bana bir zamanlar dokunan küçük olaylar. Bunun dışında onlara kendimden bir şey vermemişim; bu yüzden, onlardan da pek bir şey alamadım. Çoğunu güldürmüşüm bir zamanlar; bu yüzden, beni gülerek karşıladılar. Oysa ben insanları ağlatmak istiyordum. Hiç olmazsa ben ağlayabilseydim. Babamla annemin sağ olduğu sırada bize çamaşıra gelen bir Fatma Hanım vardı, radyoda okunan mevluda ağlardı. Sonra annem de katılırdı bu ağlamaya. Ben onları paylardım. ‘Sen anlamazsın,’ derlerdi. Gerçekten anlamıyordum. Nasıl ağlıyorlardı, hiç bir şey anlamadıkları halde? Şimdi ben de, söylediklerimi anlamasalar bile bana ağlamalarını istiyorum. Belki de sözlerimin tam anlaşılmamasını, gene de benim için ağlanmasını istiyorum. İnsanları ağlatmanın bu kadar güç olduğunu bilmezdim. Aslında, kendimi de ağlatamıyordum. Kendimi heyecanlandırma yeteneğinden yoksun kalmıştım.

"Elbette kendimi düşünüyorum," dedi Hikmet bir süre sonra. "İnsanlara başka türlü yararlı olmam: Kendimi düşünmeliyim, kendimi korumalıyım." "Günün birinde istediğin gibi birini bulacaksın," dedi Bilge. "Seni anlayacak ve durmadan hak verecek sana." "Evet. Durmadan başını sallayacak bana. Hiç sormayacak. Biz senin gibi değiliz Bilge; biz doğuluyuz. Bizde sorgu sual yoktur. Bizde usta-çırak ilişkisi vardır. Ustanın gücü tartışılmaz. Usta önünde engel tanımaz; çünkü, başka türlü yaratamaz. Kırk yıl ağzını açmadan ustasına hizmet edenler vardır bizde. Bu arada kişiliğini kaybetmekten korkmayacaksın; işte o zaman gerçek kişiliğini bulacaksın."
Yalnız her şeyi unutmayalım. Yağmurun dinmesini beklediğimizi unutmayalım. Hayatın bir oyun olduğunu unutmayalım. En büyük hazinemizin aklımız olduğunu unutmayalım. Aklımızı korursak bütün oyunları istediğimiz gibi oynayabileceğimizi unutmayalım. Dalgınlıkla yanlış kelimeler kullanmayalım; birbirimizi bu hususta her zaman uyaralım. Dikkat et, hatırlıyorsun ya, diyelim; aman elini unutma, elinden bir kaza çıkmasın. Bir de ne olur, kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma!

"Bizim de başka çaremiz yok da ondan, oğlum Hikmet. Biz bu dünyaya seyretmeye, hayran olmaya gelmişiz. Takdir etmesini bilmek de bir meziyet, derlerdi büyüklerimiz bize. Biz de önümüze geleni beğenirdik: Tarih hocasını Herodot, felsefeciyi Eflâtun zannederdik. Bizim hocaların adı neden tarihe henüz geçmemiş diye hayıflanırdık; ortada bir haksızlık olduğunu düşünürdük. Bize göre herkes, âlim adamdı. Tekaüt olduktan sonra kanaatlerim biraz değişmişti ama, gene de hangi resim sergisine gitsem, koşar ressamı tebrik ederdim; bütün piyeslerden sonra alkışlamaktan ellerim acırdı. Ediplerle tanışamadım diye üzülür dururdum. Bir gazete muharririnin yazılarını en büyük hakikat olarak kabul ederdim. Mühim makaleleri kesip saklar, fırsat buldukça yeni baştan okurdum. Ortaya atılan her esere hürmetim vardır benim. Bir insanın, iyi kötü, ortaya bir eser koyması ne kadar zor, ne kadar takdire şayan bir gayrettir bilemezsin."

"Fakat ne yazık ki, insan hayatında trajedi daha çok albayım. İnsan, çarkları tersine çeviremiyor. Ah, ne olurdu bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım! Seni, bütün kötülüklerinle birlikte seviyoruz, diyorlar ya, ondan istemiyorum işte. Sevseler de neden hiç unutamıyorlar? Genel af ne zaman çıkacak albayım? Hani bütün sonuçlarıyla suçları affeder ya, ne zaman kavuşacağız ona?"

Onun için hayal değil diyorum; gerçek Sevgi olmasaydı, insan onu, bildiği bir elbisenin içinde düşünürdü. Bilge’yi duymuştu herhalde; üstelik, Bilge’yi yirmi üç gündür görmediğimi sanki biliyormuş gibi baktı bana. İnsanlar her şeyi duyuyorlar. Bunun için de çabuk tükeniyorlar, hiç bir şeye şaşmaz oluyorlar zamanla.

"Kolay mı albayım? Akıl insanın yakasını bırakıyor mu? Fakat, afla birlikte şartları da düzeltmek gerekiyor albayım. Yoksa serbest bırakılanlar ümitsizlikten, yapacak başka bir şey olmamasından, bir şey yapmak gerektiği için, bir şey yapmadan yaşanamayacağı için, iyi bir şey yapmasını öğrenmedikleri için ve kötü bir şey yapmaktan başka çareleri olmadığı için aynı suçları tekrar işlerler. Başka çare yoktur albayım. Genel af, aslında değişik bir işkence yoludur. Yoksa affederler miydi? Dünyada bedava hiç bir şey yoktur albayım."

 Karl Marx & Freiderich Engels - Komünist Manifesto 

Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresin. Proleterlerin, bu devrimde, zincirlerinden başka kaybedecekleri hiçbir şey yok. Kazanacakları bir dünya var.

Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!"

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski - Suç ve Ceza 

Ben yalanı severim! Yalan, insanların bütün öteki yaratıklara karşı biricik üstünlüğüdür! Yalan söylersin ve böylece gerçeğe ulaşırsın! Ben yalan söylediğim için insanım. Önceden on dört kez, hatta belki de yüz on dört kez yalan söylemeden hiçbir gerçeğe ulaşılmamıştır. Ve bu kendine göre onurlu bir iştir. Oysa biz yalanı bile kendimiz kıvıramayız! Bana bir yalan söyle, ama bu yalan senin olsun, senin uydurduğun bir şey olsun, alnından öpeyim! Kendine ait bir yalan, başkalarına ait gerçekleri tekrarlamaktan belki de daha iyidir. Birincisinde sen bir insansın, ikincisinde ise bir papağan!

... ama karı koca ya da iki sevgili arasında geçen olaylar üzerine asla kesin konuşmayın. Bu işlerde yalnızca ikisinin bildiği, dünyada başka hiç kimsenin bilmediği, haberinin olmadığı gizli bir nokta her zaman vardır.

Bu anlamsız yas yemeği fikrinin Katerina İvanovna'nın kafasında hangi nedenlerle doğduğunu söyleyebilmek kolay değildi. Gerçekten de Marmeladov'un cenaze masrafları için Raskolnikov'un verdiği yirmi küsur rublenin yaklaşık yarısı harcanmıştı bu sofraya. Belki de Katerina İvanovna bütün kiracıların, özellikle de Amalya İvanovna'nın, rahmetli Marmeladov'un "onlardan hiç de aşağı olmadığını, belki de onlardan çok daha üstün olduğunu", hiç kimsenin rahmetliye karşı "burnu büyüklük" taslamaya hakkı olmadığını bilmeleri için ve böylece rahmetli kocasının anısına "gereken" saygıyı gösterebilmek için bu yemeği bir borç gibi görmüştü. Belki de onun bu davranışında en büyük etken, günlük yaşayışımızda her birimiz için zorunlu sayılabilecek birtakım toplumsal törenlerde, pek çok yoksulu ellerindeki son meteliğe varıncaya kadar bütün biriktirdiklerini sırf "başkalarından daha kötü durumda olmadıklarını" kanıtlamak; "başkalarınca ayıplanmamak" için harcamaya zorlayan yoksulluk gururuydu.

Yeter Sonya, alay ettiğim yok benim! Beni şeytanın sürüklediğini ben kendim de biliyorum.” Üzgün üzgün tekrarladı: ″Sus, Sonya, yeter artık! Her şeyi biliyorum ben. Odamda, karanlıkta yatıp dururken bütün bunları kaç kez düşündüm, kaç kez kendi kendime mırıldandım! En küçük ayrıntılarına varana dek, her şeyi kendi kendimle tartıştım! Her şeyi, her şeyi biliyorum! Ve bütün bu gevezeliklerden o zaman öylesine bıkıp usanmıştım ki! Her şeyi unutmak, bütün bu gevezeliklere bir son vermek ve yeni bir hayata başlamak istiyordum, Sonya. Benim oraya hiçbir şey düşünmeden, bir aptal gibi gittiğimi mi sanıyorsun yoksa? Aklıbaşında bir insan olarak gittim ben oraya, Sonya. Beni mahveden de bu oldu zaten! Sanıyor musun ki, eğer iktidara sahip olmaya hakkım olup olmadığını kendime sormaya başlamışsam, buna hakkım olmadığını bilmiyordum! Ya da, eğer insanın bir bit olup olmadığını sormaya başlamışsam, demek ki, insan benim için bir bit değildir… Kimin ki aklına böyle bir soru hiç gelmez ve doğruca hedefin üzerine yürür gider, insan, onun için bir bittir. Eğer ben, Napolyon olsa gider miydi, gitmez miydi, diye kendi kendimi yiyip bitirmişsem, bir Napolyon olmadığımı açıkça hissetmiş olmalıyım… Bütün bu gevezeliklere katlandım Sonya ve bütün bunlardan kurtulmak istedim: ahlâki, vicdani herhangi bir nedene dayanmaksızın, yalnızca kendim için öldürmek istedim! Bu konuda kendime bile yalan söylemek istemedim! Anneme yardım etmek için öldürmedim örneğin. Maddi olanaklara ve iktidara kavuşmak ve böylece insanlığa yardım etmek için de öldürmedim. Bütün bunlar palavra! Ben, öylece öldürdüm; kendim için, yalnızca kendim için yaptım bunu! İnsanlığa iyilik eden biri olmak, ya da, bir örümcek gibi ağıma düşen kurbanlarımın özsularını emerek ömür sürmek, o anda benim için herhalde farklı şeyler değildi! Beni bu cinayete sürükleyen başlıca sebep, paraya duyduğum gereksinim de değildi; çünkü, paraya olan gereksinimim, bütün başka şeylere olan gereksinimimden daha fazla değildi. Bütün bunları şimdi anlıyorum… Anla beni: bütün o yollardan yeniden geçecek olsam, sanırım bu cinayeti tekrarlamazdım. O sıralar öğrenmek istediğim şey bambaşkaydı, bambaşka bir şey yön verdi ellerime; bir an önce öğrenmek istediğim bir şey vardı: ben de herkes gibi bir bit miydim, yoksa bir insan mı? Önüme çıkan engeli aşabilir miydim, aşamaz mıydım? Eğilip iktidarı yerden almaya cesaret edebilecek miydim, edemeyecek miydim? Titreyen bir yaratık mıydım, yoksa hakları olan biri mi?..

Ne demek, tükürmüşüm! İnancınız kalmamış sizin... Size kabaca dalkavukluk ettiğimi sanıyorsunuz! Kendinizi çok mu görgülü, bilgili, her şeyi anlayan biri sanıyorsunuz? Bir teori uydurmuşsunuz, ama bunun hiçbir orijinal yanı olmadığı ortaya çıkınca da utanıyorsunuz! Evet, bunun alçakça bir teori olduğu ortaya çıktı, bu doğru, ama siz umutsuz bir alçak değilsiniz! Hayır, hiç de böyle bir alçak değilsiniz siz! Hiç değilse kendinizi uzun boylu aldatmadınız ve işi çabucak sonuca götürüp, bir çırpıda bitiriverdiniz. Sizi kimlere benzetiyorum biliyor musunuz? Etleri dilim dilim doğranırken, cellatlarına gülümseyerek bakan insanlara!… Yeter ki, inanacakları bir şey, bir Tanrı bulmuş olsunlar, gıkları çıkmaz böylelerinin… Eh, siz de bulun Tanrı'nızı ve siz de yaşayın! Bir kez, hava değiştirmeye ihtiyacınız var, hem de ta ne zamandır! Öte yandan, çile çekmek de iyi bir şeydir. Siz de çekin hilenizi. Çile çekmek isterken, Mikolka belki de yerinde bir şey yapıyor. Tanrı'ya inanmadığınızı biliyorum, ama her şeyi kılı kırk yararcasına didiklemekten de vazgeçin!

Hiçbir şey düşünmeden, kendinizi olduğu gibi yaşamın akışına bırakın; hiç kaygılanmayın, kendinizi kıyıda ve ayakta bulacaksınız. Hangi kıyıda ? Bunu ben bilemem. Ben yalnız, sizin daha uzun zaman yaşayacağınıza inanıyorum.

Herkesin döktüğü kanı!.. –diye bağırdı Raskolnikov; büyük bir öfke içindeydi.– Geçmişte ve günümüzde bir sel gibi akıtılan kanı!.. Şampanya gibi kan dökenler Capitol’de taç giyip insanlığın kurtarıcıları olarak kutsanmışlardı! Çevrene daha bir dikkatli bak bakalım! Ben de iyilik etmek istemiştim insanlara! Hem yaptığım bu bir tek aptalca şeye karşı yüzlerce, binlerce iyi ve güzel şey yapabilirdim… Aptallık da denmez benim bu yaptığıma… Doğrudan doğruya, beceriksizlik… Çünkü, başarısızlığa uğramazdan önce, hiç de şu anda göründüğü gibi aptalca görünmüyordu yaptığım iş. Başarısızlığa uğradı mı, her şey aptalcadır! Ben yaptığım bu aptallıkla kendime bağımsızlık kazandırmak, ilk adımımı atmak, gerekli araçları edinmek istemiştim… Sonuçta sağlanacak yarar, bütün bu aptallıkları silip süpürecekti!.. Ama daha ilk adımda tökezledim, çünkü ben bir alçağım! Bütün sorun burada! Ama yine de sizin görüşlerinize katılmıyorum: Başarabilseydim, bana da taç giydireceklerdi! Şimdiyse, kapana sıkıştım!

Franz Kafka - Dava

“...Ormanda yolunu yitirmiş çocuklar gibi terk edilmişlik içerisindeyiz. Önümde durup bana baktığında, ne sen benim içimdeki acıları anlayabiliyorsun, ne de ben seninkileri. Ve senin önünde kendimi yere atsam, ağlasam ve anlatsam bile, biri sana cehennemi sıcak ve korkunçtur diye anlattığında cehennem hakkında ne bilebilirsen, benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin...”

Kemal Tahir - Esir Şehrin İnsanları

Bugün bu memlekette kibar yer yok, sevgilim, düşmanlara ırzlarını satanlar var. Biz de onların içine girecek değiliz. Sen olup bitenleri bilmiyorsun. Beni dinle ruhum, palavranın hiçbir çeşidinden hazzetmediğimi bilirsin! Sözlerimi sakın yanlış anlama! Bir vatan kaybetmek üzereyiz. Bu felakette öncelikle bizim gibi yaşayanların büyük suçluluğu var. Biz, bu toprakların nimetlerinden bol bol yararlanmışız! Sonra, bizi bolluk, zenginlik, sefihlik içinde yaşatanlara, bu uğurda asırlardır perişanlık çekenlere karşı hiçbir zaman vazifemizi yapmamışız. Bir vatan kaybediyoruz, karıcığım, bunun anlamını kavrayamadığına eminim. İnşallah, kavramana da meydan kalmaz. Ben Hindistan'ı, Siyam'ı, Mısır'ı, yani sömürgeleri hep dolaştım. Oralarda, yabancı üniformasiyla dolu, salonları, sarayları gördüm. İngiltere'de tanıdığımız subaylardan hiçbirisi, sömürgelerinde gördüklerime benzemiyordu. Londra'da insan olan bir binbaşı, Hindistan'da hayvan haline gelmişti. Bugün, İstanbul'da, seni bunlardan birisiyle konuşurken görmeye bile katlanamam. Biz burada kalacağız, karıcığım, bu kırmızı yün kazağınızla siz burada oturacaksınız. Sonuna kadar boğuşulacak... Zafer kazanılacak... Kılığımızı, kıyafetimizi o zaman düşünürüz.

İbrahim gazete için yukarı danışacağını söylemişti. Kalem defter için de danışacak… Buna karşılık kahve, cigara serbest.. Halbuki Dördüncü Murat devrinde tütün, kahve içtiklerinden on binlerce insanın boynu vurulmuş. Devirler değiştikçe hükümlerin değiştiği yüzde yüz. Acaba bir gün gelip sadece düşündüğünden, mesela evladını sevdiğinden dolayı da insanları mahpusa atacaklar mı? Şimdiden okuma-yazma tehlikeli, şüpheli sayılmaya başladığına göre, böyle ‘yalınkat’, böyle insanlıktan, şefkatten nasipsiz bir devir çok uzakta olmasa gerek.

Çeliği... Kumaşı... Evet, herifler bizim gibi uyumamışlar, paso çalışmışlar. Biz, birbirimizi yerken onlar ilerlemişler, Bu da koca Tanrının hikmeti! Bizim tabur imamına sordum: "Dünyayı Allah kefere tayfasına verdi, bu yalan dünyayı, dedi, fenden yana onlar yaşayacak, imandan yana biz!" 

Ferit Edgü - Hakkari'de Bir Mevsim

Aylardan Temmuz

gene erken kalkıyorum sabahları.

Gene ilk işim, penceremi açıp gökyüzüne bakmak.

Gene sessizliği yaşıyorum

-senin sessizliğini, kendi sessizliğimi-.

Bakıyorum, güneş uçsuz bucaksız karların üstünde yansıyor.

Hiçbir iz yok, hiçbir iz yok, hiçbir iz – kurtlar inmemiş bu

gece, köpekleri salmamışlar.


Sonra, birden (ne oluyorsa, yaşamımı değiştiren ne oluyorsa,

ne olduysa, hep birden oluyor) bir atlı, karlara bata çıka ilerliyor;

bana mı geliyor, benden mi uzaklaşıyor, belli değil.

Sonra öyle bir yaklaşıyor, öyle bir yaklaşıyor ki

bakıyorum pupa yelken bir tekne bu.


İşte o zaman geçmişimi ve sende geçirdiğim günleri ansıyıp,

oturuyorum masamın başına

bir insanın başından geçenleri anlatmak için

başka insanlara.


Hiçbir zaman umutsuzluktan bu kadar uzak olmamıştım. Yavaş yavaş ansıyordum, denizdeyken bir fırtına patladığında (burda, bu dağ başında artık itiraf edebilirim), umutsuzluğa kapıldığım olurdu: Ya atlatamazsak? Ya kurtaramazsam gemiyi? Fırtına, günler, geceler boyu sürerse? Ya makinalar istop ederse? Ve her seferinde, kurtulduğumuza değil, batmadığımıza şaşardım. Utanmadan itiraf ediyorum bu korkuyu. İlk kez burda. Bu dağ başında. Önemli bir itiraftır bu, okuyucu, öyle okuyup geçme.

.........

Bunun için mi geldim buraya? Bunun için mi, bütün bunları bilerek mi sürdüler beni buraya? Ne farkeder, burda karların altında, orda kumların altında ya da suların altında gömülmenin?

Yoksa ölümüne bir tanık mı arıyorsun?

Hiçbir şey aramıyorum.

Yoksa yaşamına mı bir tanık arıyorsun?

Eğer öyleyse, korkma, bulunur. Her ikisi için de. Düşsel de olsa. Biri seni düşünür. Nasıl yaşadığını nasıl öldüğünü kurar, başkalarına anlatır, eğer bütün derdin buysa.

Kendi ölümümü düşünmüyorum. Ben, ölen-

Bebeleri düşünüyorsun, ama ölümü de düşünüyorsun. Ölümü düşününce de, kendi ölümünü. Madem yatıştırıcılar yatıştırmıyor, öyleyse uyarıcıları dene.

Yattığın yerden kalkıp eline kalemini alıp yaşamadan ölenleri yaz.

Hadi, madem uyku tutmuyor, yak gaz lambanı, bu kez ver gazı, sana geceler boyu yetecek kadar var gazı.

Hadi, çak kibritini, yazmak için

titrek ışığında lambanın

yazmak için

yaşamadan ölenleri

ölmekte olanları.

Hadi kalk.

Hadi yaz-

sana.

Yusuf Atılgan - Aylak Adam

Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.

Turgenyev - Babalar ve Oğullar

Arcade'in sesi önce titriyordu; babasına sanki bir tür öğüt verdiğinin farkındaydı. Kendisini çok yüksek gönüllü birisi gibi hissediyordu. İnsan her zaman böyle bir konuşma yaparken kendi sesinden etkilenir.

Baba oğul, ikisi de onun böyle bir anda gelmesine minnet duydular. Öyle dokunaklı anlar vardır ki, insan bu anlardan hemen kurtulmak ister.


- Anlatayım. Çok değil, daha dün kadar devlet memurlarımızın rüşvet yediğinden, ülkemizde ne yol, ne ticaret, ne de adalet olmadığından bahsediyorduk...

- "Evet, doğru, siz 'muhbir' olmalısınız; öyle adlandırılıyordu sanırım. 

- Suçlamalarınızın büyüklüğüne katılıyorum, ancak..."

- "Fakat daha sonra anladık ki; Rusya'nın acıları hakkında nutuk çekmek, bizi alçaltmaktan, bizi birer bilgiç yapmaktan başka bir işe yaramıyor; güçlü ruhlarımızın, vicdanlarımızın faydası olmadığını, zamanımızı boş sözlerle geçirdiğimizi gördük. Her şeyden konuşurduk: Sanattan, parlamentodan, avukatlardan, yaratıcılıktan ve daha nelerden... Ama ne yararı vardı? Oysa asıl konu, günlük ekmek parasıdır, bizi bezdiren boş inançlarımızdır, yanlarında çalışanların namussuzluğu yüzünden iş adamlarının batmasıdır, hükümetin sağlamaya çalıştığı özgürlüğün bile iyi bir değişiklik olmadığıdır, zira köylü, meyhanede son kuruşuna kadar içip sarhoş olabilmek için, kendi malından bile çalacaktır."

"Şimdi anladım," diye sözünü kesti Paul Pétrovitch.

"Bütün bunlardan yılmış olunca, siz de hiçbir şeyi ciddiye almamaya karar verdiniz."

"Hiçbir şeyi değerlendirmemeye daha doğrusu," diye düzeltti Bazarov, kararlı bir ifade ile.

Bu 'saygın bay'ın önünde düşüncelerini bu kadar ayrıntılı anlattığı için kendi kendine kızdı.

"Ve yalnızca alay etmekle yetinmeye karar verdiniz, öyle mi?"

"Evet, öyle!"

"Ve bunun adı da 'nihilizm' oluyor ha?"

"Evet, öyle oluyor," diye küstahça onayladı Bazarov.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dans Bakışı / Gölge Serinliği / Sinema Yolları

Aramak ya da arayamamak