Sahil--2


…çoğumuzun tek ihtiyacı sabırla dinleyen bir çift kulak…


2. Bölüm


Sahil, öğle vakti.

Sessiz sakin, kayalık bir kıyı.

 

Elinde bir fotoğraf albümü olan kadın, kalın bir roman okuyor oğlan.

 

Yalnızım, dayanabileceğim bir sırt yok. Daha 

önce de pek olmadı zaten, arkadaşlarım

olmadı demiyorum. Ama hiç onlarla hissetmedim 

kendimi, hissedemedim. Hep dışarıda kalmış 

gibiydim, anın içinde olamadım. O da beklemedi, 

kayıp gitti zaten…

 

Yalnızım, bugün tam iki sene oldu o gideli. 

Bu elimdeki albümü de ikinci yılımız için 

bastırmıştı. Bir yemeğe çıkmıştık da sürpriz 

diye çıkarıp vermişti. O kadar sevinmiştim 

ki! Benim için anlamı çok büyüktü, bir kere 

daha anlamıştım onun benim için eşsizliğini. 
Bu elimdeki fotoğrafların hepsinin tek tek 

hikayesi var. Bugünlerde zaman makinesini 

bulsak diye düşüneceğimize şunlara biraz 

daha özenle baksak ya. Yirmi beş sene 

öncesindeyim işte şimdi. Bir bakışla 

hem de hemen…

 

Duygusal birliktelik dersen daha iyiydi diyemem. 

Bir sevgilim oldu bir keresinde. Onu gerçekten 

sevdim de diyemem, yalan olur. Ama en azından

diğer arkadaşlarımın yanında hissettiğim gibi değildim.

Daha anın içinde, daha onla olabiliyordum. Ten

uyumu falan dedikleri şey budur belki, kim bilir? 

Zavallı kız ikimiz hakkında neler düşünüyordu 

bilmiyorum. Belki biliyordum zamanında, belki hiç 

dinlemedim. Sonra o da bitti. Düşünmeye başladım: 

Yokluğunun etkilerini silmek, belki de yeni birileriyle 

devam etmek için ne kadar zamana ihtiyacım vardı? 

Oturup düşüncelerimi gözlemeye başladım. Sonunda 

geldi o zaman, evet dedim. Bir süre geçti, kimilerine 

kısa kimilerine uzun olsa gerek. Sonrasında genel 

olarak tüm insanlar için büyüttüm soruyu: Aşık 

olduğumuz kişiden ne zaman vazgeçeriz? Daha iyi 

olduğunu düşündüğümüz kişiyi bulduğumuzda mı, 

yoksa daha kötü gördüğümüze razı olduğumuzda mı

 

Evet özlüyorum onu, ondandır bu halim. Biz 

böyleyiz işte; kendimiz izin veririz birileriyle

çok yakın olmaya, kabullenmeye her yanlarıyla,

tek vücut gibi hissetmeye, hayatı paylaşmaya… 

Sonra yine biz üzülürüz, belki de pişman oluruz 

neden bu kadar alıştırdık birbirimizi diye hem 

de. O da pek yardım etmedi bana doğrusu.

 Ölümden konuşmayı hiç sevmezdi, o kadar 

ani gitmese konuşur muyduk diye merak 

ederim. En azından birkaç tavsiye vermez 

miydi? Karıcığım, çok ağlama arkamdan, 

kendini sakın harap edeyim deme. Ben daha 

iyi bir yerde olacağım gibi alışılmış laflar 

etmez miydi? Ne isterdi benim için şu an? 

İşte onu bu kadar iyi tanıyan ben, bu 

soru karşısında sus pus kalıveriyor

 

 

***

 

 

Sahil, kuşluk vakti.

Sessiz sakin, kayalık bir kıyı.

 

Koluna kadını almış yürüyen oğlan, koluna oğlanı almış yürüyor kadın.

 

Dolanır dururken bir şeyler oldu geçen,

bir adamla tanıştım. Nasıl olduğu önemsiz

ama kendimi onunla çay içerken buldum

desem yeridir. Yaşı vardı ama kendini salmış

bir halde değildi. Uzun sakalları vardı ki ‘sakalı

olmayan dinlenmediği için’ diye açıkladı 

sormasam da. Sonra döndü ve sordu: Peki 

sen dinleyecek misin…

 

Bir beyefendiyle tanıştım geçenlerde. Aslında

tanışmak denemez, kendisini biliyordum 

eskiden de. Ama nasıl diyeyim, tanımak 

farklı şey. Biraz his meselesi gibi. Kendisi 

kocamın ortaokuldan ahbabıydı. Bir davette 

tanışmıştık ama pek de sohbet etmemiştik. 

Çat kapı geldi bir gün, evimizin oralardan 

geçiyormuş, aklına gelmişim, uğramak 

istemiş. Başsağlığı için gelmişti zamanında, 

evi oradan hatırlıyormuş. O zaman da 

ortak arkadaşlarının yardımıyla gelmişmiş…

 

Birçok şey anlattı. Biraz dinledim, sonra

biraz daldım, kendimi topladım, yine

odaklandım, tekrar dinledim. O hep konuştu,

bende bunlar çok diyordu. Ben çok yaşadım,

çok gördüm. Sen dedi, ne yapsan nafile. Her

gün kalkıp bir şey yaparsın, ama binlercesi bozar.

Sonra yüz binler olarak tekrar yaparsınız da, 

milyonlar karşınıza dikilince dayanamayıp 

yok olmasını izlemekten kendinizi alamazsınız…

 

Merhumu andık geçen gün dedi, ortaokuldan

dostlarla buluştuk da. Bilirsiniz o zamandan 

anılar, şakalar falan derken konu oraya geldi.

Unutmaya çok yatkınız; kendime kızdım 

hatırlayınca, aklıma siz geldiniz çünkü. O gün 

evinize geldik, konuştuk ettik ağlaştık. Peki 

ya sonra? Hiç merak ettik mi o kadın ne yaptı, 

şu an neler yapıyor, sıkıntısı var mı? Etmedik 

sanıyorum ki. Öyle yaparız çünkü biz, iki yüzlü 

olmak doğamızda var. Yoksa nasıl yaşamaya 

devam ederiz ki diye sorarız. Her gün onca şey 

yaşayıp da öteki gün nasılsınlara hemen anında 

iyilik sağlık canımları diyemezdik öteki türlü…

 

Bu lafların etkisi oldu üzerimde, dikkat kesildim. 

Bir dinledim, iki düşündüm. Resmen bana şu 

dünyada yüzde bir bile olamadığımı söylüyordu 

adam. Öyle bildiğiniz yüzde birlerden değil ama 

bu, hani pastayı yüze bölmüşsün de sadece birini 

yiyememişsin falan. Hayır, bu daha temsili şekilde

yüzde bir. Keskin bir temsille seni düşüncelere 

teslim eden türden. İyi ama nasıl? Efendim 

sabunlarımızın ambalajında yazıyor; bu ürün 

elinizdeki mikropların yüzde doksan dokuzunu 

öldürürken elimizde kalan mikrop adedi bu denklemin 

kökünü verir sanıyorum. Ha evet yahu, sonrasında

sinek ilaçları vardır ya onlar da der ki; efendim bu 

ürünümüzü kullanın da evinizdeki sineklerin yüzde 

doksan dokuzundan kurtulun. Evet evet, gece boyu 

uykumuzu zehir eden son kan emicilerdir cevap.

Yok ama şöyle de diyebiliriz efendim; bizde biraz ayıp 

karşılanır bilirsiniz, reklamı falan da pek yapılamaz ama 

bazı arkadaşlarım epey satın alır. Evet efendim evet 

bildiniz; kondom kullanır o arkadaşlar, onun üstünde 

yazarmış işte yüzde doksan dokuz koruma sağlar diye. 

Arkadaşımın baba olma riskidir cevabımız. HAYIR 

APTAL HERİF, BİLEMEDİN OTUR! Arkadaşıymış…

 

Öyle deyince fark ettim de başsağlığı 

merasiminden sonra evime uğrayanların 

sayısı bir elin parmağını geçmemiş. Çok 

uzun zaman olmuş birini ağırlamayalı, 

birlikte çay kahve içmeyeli. Bir yüzüne 

bakıp da dinlemeyeli, ,sonraki cümlesini 

merak etmeyeli. Anlarım halinden dedi,

eşini üç yıl önce kaybetmiş o da. 

Bilmiyordum dedim, hiç bahsedilmedi 

evde. İkisinden konuştuk, neredeler şimdi 

dedik. Umarım mutludurlar dedik. Saatler 

nasıl geçti anlamadık. Aynı anda hem 

anlaşıldığımı gördüğüm hem de anlaşılmaya 

muhtaç gözler vardı onda. Anlaştık o zaman 

dedik, haftaya yine aynı gün ve aynı saatte 

 

Anlaşamadık yüzde hesabında. Ne kadar 

diretsem de dinletemedim; sinirlendi, kestirip 

attı: Yahu sana ne kadar küçük olduğunu 

anlattıkça, karıştığın mevzular da o kadar 

boyunu aşıyor. Yapma, uğraşma. Yaşa sadece, 

çünkü yaşadığından öte kârın yok bu işten. 

Algılayamayacağın kadar yıl içinden birinde, 

göremeyeceğin kadar büyük bir mekânın tam 

da bu kısmında var olmuşsun. Tanıyamayacağın 

kadar insandan sadece birisin. Birsin anladın mı, 

bir! O sana değerli olduğunu hissettirmek için 

söylenen ‘biricik’ vardı ya, aslında senin en büyük 

zayıflığındı işte. Sen ki, kaç saattir nefes dökerek 

resmini çizdiğim sen tutturmuşsun büyük resmi 

göreceğim diye. Yok öyle bir resim evladım. En 

azından senin benim için yok. Biz o resim 

çerçevesinde uyanırız, kalkıp buraya çay içmeye 

geliriz. Resim dahilinde bu münakaşayı ederiz. 

Büyük resmi göremezsin. Hadi belki daha iyi 

hissedersin diye söyleyeyim bari: Sensin o büyük 

resim, benim, hepimiziz. Arama yani, gereksiz

 

 

***

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dans Bakışı / Gölge Serinliği / Sinema Yolları

Mutluluk Meselesi

İstasyonlar