İstasyonlar

 ~ İzmit istasyonuna yaklaşılıyor. Lütfen trenden inerken eşyalarınızı unutmayınız. ~

Robotik ses, nazik ses, asla bizden olmayan ses. 

Vagonun başındaki hoparlörden arkaya yolculuğuna başladı, en çok onların tepesinde kaldı. Ya da onlar öyle sandı.

 


***


 

Sırtı koltuk boyunca aşağı kaydırmak suretiyle diz mesafesi ölçülür, gayet iyi olduğu görülür. Kafa olumlu bir şekilde sallanır, gelecek 4 saat olumsuz bir şekilde düşünülür:

 

Baş eğilip de uyunacak mıdır,

Tren zarifçe salınacak mıdır

Saatler birbirini takip ederken

O koltuğunda bunalacak mıdır

 

Yan koltuğa göz ucuyla bakılır, yol arkadaşının artık ona eşlik edecek durumda olmadığı fark edilir. Uyuduğunu daha da belirtmek istercesine gözlerine bir hat çekmiştir. Bu ona etkileyici bir hava katmıştır. Yeterince etkilenemeden baş öne çevrilir.

 

Bir kitap çıkarılır. Bir kitap denmesi esasen gereksizdir. Yanındaki tek kitap odur çünkü. Bir kitap çıkarılır derken bir seçim ima edilir. Fakat böyle bir durum yoktur. Ya o kitabı okuyacaksındır ya camdan dışarı bakacaksındır. Çünkü uyuyan adam rolünü yanındakine kaptıralı çok olmuştur, artık kendine yeni bir rol bulma gerekliliği hissedilmiştir.

 

Kitaba bakılır. Kapakla göz göze gelinir… ilk temas. Yavaşça burna götürülüp cilt kokusunu içine… hayır. Bu romantizm değil. Erotizm hiç değil. Başlığa gel:

Caligula.

 

Fena bir adammış. Roma’nın başına böyle delisi gelmemiş. 

En delisi olduğuna kimin karar verdiğiniyse kimse düşünmemiş.

Camus bunu yazarken ne düşünmüş? 

Bilmem, okuyunca göreceğiz. 

Görecek miyiz cidden? 

Yok, sanmam. Tiyatro metni bu. 

Yani hiçbir şey görmeyeceğiz.

O sana kalmış.

Peki bir gün sahnede görür müyüz?

Elbet bir gün, evet.

 

Caligula kaybolmuş. Saray halkı telaş içinde. İmparatorumuz nerede, gelecek mi, ne zaman gelecek, kendine bir şey yapar mı, yaparsa biz ne yaparız… ve türevleri. 

 

Caligula bir sevdiğini kaybetmiş

Kaybedince çoğu gibi çekip gitmiş

Ama nihayet dönünce kaçışından

Ey Helicon, ayı getir bana demiş

 

- Bir su daha versene bana

- Efendim, yolcu sayısına gö…

- Ne yolcu sayısı be! Ben bu trene her gün binerim. Her bindiğimde de 3 tane içerim.

- Efendim size öyle denk gelmiştir

- Denk mi gelmiştir? Ne denk gelm…

- Alın efendim, buyrun için…

 

Her gün bu kavga edilebilir mi? Hostes yalan söylemiyor. Sular yolcu sayısına göre getiriliyor. Ama kadın bu kavgayı her gün ediyor. En azından benim senaryomda öyle oluyor. Bu kadın her gün bu kavgayı ederek 3 tane su içiyor. Ama bunu nasıl yapıyor, nasıl her gün bu kavgayı edebiliyor? 

Bu kavga görece kısa sürdü. İlk seferinde de bu kadar kısa mıydı? Yoksa zamanla mı bu hale geldi

 

Caligula soyluları ‘köpeği’ yapıyor. Kölelerini azat edip saray soylularına masasını hazırlatıyor. Sonra birlikte yemek yerlerken Mucius’un karısını çağırtıyor. Onu kendisine ısmarlattığını söylüyor. Mucius uslu uslu yemeğini yerken, Caligula karısını yan odaya götürüp onunla birlikte oluyor. Sonra gelip Mucius’a teslim ediyor onu. “Karınla işim tamam”

Yan odaya götürüyor. En deli imparator. Acaba bir sonraki gelen, bu işi gözleri önünde yapsa daha da deli sayılabilir miydi? “Bu yenisi daha deli. Diğeri en azından yan odada hallederdi her şeyi…”

Bir an bir şeyler ışıldar. Işıldayan ‘şeyi’ tanımlamak uğruna bakışlar çevrilir, odak kaydırılır. 

 

Orda bir köy var, uzakta

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür.

 

İçine içine ilerler dizeler. O köy görünmüştür. Uzaktaki köydür o. Hiç görmediği ama orada olduğunu bildiği. Minik evleriyle, tarlalarıyla, inekleriyle bildiği köy. Sonra, içindeki insanlar… 

 

Derken görünmüştür. 

Hayır, yetmez. 

Görüşülmüştür. 

 

Nasıl gerçek olduğunu anlamaz ama bilir. Oradadır işte. Tarlada çalışan köylü kadın:

Bir an mola vermiştir. Bakışlarını kaldırıp işte tam bu vagona bakmıştır. Gözleri kenetlenmiştir. 

 

“İşte şimdi yüzleştik. Senin buralarda bir yerde olduğunu biliyordum. Uzakta da olsan, buradaydın işte. Artık görüyorum ve…”

Aptal burjuva. Lütfen dur… İzmit sınırından yeni geçtin.

 

 

***

 


~~~~~~~~

Ankara, Ankara güzel Ankara,

Seni görmek ister her bahtı kara.

Senden yardım umar her düşen dara

Yetersin onlara güzel Ankara.

~~~~~~~~

 

- Günaydın abi, iyi bayramlar

- İyi bayramlar abicim

- Poğaça neler var?

- Abicim zeytinli var, dereotlu var, patateslimiz de iyidir.

- 2’şer tane alalım o zaman

- Hay hay

Kapısı çıkarken sertçe itilir

Surata soğuk bir rüzgâr yenilir

Adımlar seri biçim atılırken

Nefes ağızdan usulca verilir

 

- Bugün Anıtkabir?

- Fena kalabalık olur şimdi

- Şimdi değil ya, öğleden sonra

- Fark etmez, uyarım

 

Yürünür, epey yürünür. Uzak olmayan aralıklar insan eliyle büyütülür. 

Yollar kapatılır, öte yandan birbirine bağlanır. Her sokak başı insanın önüne bir bariyer çıkarılır, sonra da gülünecek halimize ağlanır.

Afallarsın, sonra uyandırırlar seni sesleriyle: “Gel de bir arayayım seni”. Açarsın kollarını. Uzuvlarını dolaşırlar elleriyle. “Temiz, devam et!”. Devam edersin tabii, yüz metre sonra tekrarlamak için tıpkısını.

 

- Bir beş kere daha ararlar herhalde

- Ben alıştım, zevk bile vermeye başladı

 

Gururlu kalabalık, epey kalabalık. Bayraklar, flamalar… 

Hedefin netliğinden güç alan adımlarla vicdanın rahatlığından şekil alan suratlar birbirini iyi tamamlıyor. Bu yapı yanındakilerle kenetlenip tek bir sese sahip olmaya çalışıyor. Tek yöntem bu diyor içinden, yoksa…

 

Cumhuriyetin kuruluşunun yıldönümü kutlanıyor. İnsanlar buraya gelerek minnet gösterilerinde bulunuyor. Sembolleşmiş sloganlar, kökleşmiş aforizmalar…

Fakat ilginç bir şey uyandırıyor bunlar, onda. Bir tür ikna olmamışlık hissi. Neden heyecanlandıramıyor bunlar onu, neden yumruğunu havaya kaldırtamıyor artık?

 

Samimiyet meselesi söz konusu olan

Etki etmez insana böyle temelsiz kalan

Cevaplamadan içinde bulunduğu hali

Dünya kurtarmaktan da hiç korkmayan

 

Hangi değerlerin arkasında duruyoruz burada? “Arkasında durduğumuz değerler” derken bile onların nerede durduğunu bildiğimizden çok emin gözükmüyor muyuz? Evet, çok iyi biliyoruz nerede durduklarını ki arkasında durmuşuz, onu sahiplenmişiz. Peki sloganlarla süslediğimiz bu değerlerin bugün ne durumda olduğundan haberdar mı değiliz?

 

Sanırım ondan da haberdarız. İşin özü burada. Haberdar olmak ve ona mesafeli yaklaşmak. Bugün neye dönüştüklerini görsek bile kafamızdaki gerçekliğe göre yargılara varmak. O konfor alanından hareket etmek, vicdan temizlemek…

 

“Efendiler, yavaştan story atmaya başlayın…”

 

Bir tebessüm yerleşir, sonra hızla silinir. Etrafa tekrar bir göz atılır. Tekrar bir değerlendirme yapılır. Bu sefer kısa kesilir. Umut yerlerde, bazen de göklerdedir. İki türlü de şu ana temas etmesi mümkün değildir. Sanki bu kalabalığın uğultusu bir bildiri yayınlar sessizce:

 

Bugün buraya cumhuriyeti kurtarmaya geldik. Değişmiş ve değişmeye devam eden hafızalarımızda yaşattığımız bir kavramı somutlaştırmaya koştuk. Giyindik, hazırlandık. O öğretilmiş sözleri tekrar hatırladık gelmeden. Omuz omuza girdik, okuduk, yaşadık.

Bugün buraya vicdanımızı kurtarmaya geldik. Savunmaya defalarca yemin ettiğimiz, sonra her gün elimizden kaydığını içten içe hissettiğimiz değerlerin nostaljisini yüzümüzde hissetmek istedik.

Bugün buraya aklımızı kurtarmaya geldik. Yanlış olduğunu düşündüğümüz şeye karşı çaresizliğimizin etkisini hafifletmeye, bir şey yapamama halinin üzerimize yıktığı kitlesel çıldırma halinden kaçmak istedik.

Bugün buraya yaşamaya devam etmeye geldik.

 

Grup içinde kaş göz yapılır. Bir oy birliğine varılır. Veda saati denir. Bir kol uzanır. Kamera doğrulur. Açı güzel, ışık süper…

 

~~~~~~~~

Burcuna göz diken dik başlar insin,

Türk gücü orada her zoru yensin,

Yoktan var edilmiş ilk şehir sensin,

Var olsun toprağın, taşın Ankara.

~~~~~~~~

 


***

 

 

Caligula tanrıları yeryüzüne indirmeye karar veriyor. Onlara bir insan bedeni üzerinden görünmeyi, kendi bedeni vesilesiyle insanların arasına inmeyi lütfediyor. O gün de Venüs’ü seçiyor. Giyiniyor, süsleniyor ve Venüs olarak iniyor diğerlerinin arasına. Düne kadar burnundan kıl aldırmayan saray soyluları önünde yerlere eğiliyor. Toplu bir şekilde tanrıları için dualar ediyorlar. Caligula, her seferinde beklenmeyeni yaparak düzeni bozmaya devam ediyor.

 

Göz ucuyla yan koltuğa bakılır. Yol arkadaşının önünde açılmış masaya yatıp uyuduğu görülür. İşte hep aynı rolü oynama isteğiyle taşan bir oyuncu daha.

 

~ Arifiye istasyonuna yaklaşılıyor. Lütfen trenden inerken eşyalarınızı unutmayınız. ~

Duruyor kalkıyor. İnsanlar iniyor ve biniyor. Sonra bir hostes vagonda ileri geri yürürken gözüküyor:

 

“Kapının oradaki kahverengi bavul kimin? Giriş çıkışı kapatıyor”

Kapıya yönelen meraklı bakışlar. Birbirini inceleyen meraklı bakışlar. Odak süresi bittiği için önüne dönüp işine devam eden bakışlar…

Hiçbir şey gerçekleşmiyor. Biz yine bildiğimizi yapıyoruz. Akışına bırakıyoruz. İçinde yaşadığımız şeyin büyüsüne, tutarlılığına güvenmeye devam ediyoruz. Biliyoruz ki hiçbir şey yokmuş gibi devam edersek elbet bir zaman o giriş çıkış açılacak. Bu huzurlu sessizlikle doluyor vagon. Sonra biri atlıyor:

 

“Diğer vagona sorun, oradan biri koymuştur.”

 

Bu sırada Caligula bir şeyler yapmaya devam ediyor. Cherea’yı çağırtıyor. Soylulardan biri. Yakın zamanda Caligula’ya hazırlanan komployla alakalı bir tablet ele geçirilmiş. Net bir kanıt. Bütün oklar da Cherea’yı gösteriyor:

 

“Bundan başka kanıt yok, doğru mu?”

Anlaşılıyor başka olmadığı.

“Şimdi bak bakalım kanıt dediğin neymiş bir imparatorun elinde?”

Tablet doğru ateşe… Yavaş yavaş eriyor.

“Diz çök Cherea gücümün önünde. Tanrılar bile, can bağışlamaktan acizdir cezalandırmadan.”

 

Caligula güçle öyle bütünleşiyor ki, ‘gerçek’ kavramı önemini yitiriyor onun karşısında. Bu okuyucuyu sert vuruyor. Bakışlar trenin penceresinden dışarı çıkıyor. Düşünülüyor. Ölçülüyor, biçiliyor. Merak duygusu ağır basıyor. Sayfa çevriliyor, dördüncü ve son perde:

 

~ Pendik istasyonuna yaklaşılıyor. Lütfen trenden inerken eşyalarınızı unutmayınız. ~

 

Bu yolculuk süresince bu hikâyenin sonu gelemiyor. Yarım kalmışlık hissi tüm vagonu kaplıyor:

Bu güç nereye varacaktı, bilmenin bir yolu var mı?

 

Aklı karışmış bir şekilde valizine yöneliyor:

Vagona giriş çıkış tamamen açılmış. 

Kahverengi bavul da kayıplara karışmış.

Karşıda yarısı yanan bir neon ufaktan parlamış. 

“İyi günler dileriz!”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dans Bakışı / Gölge Serinliği / Sinema Yolları

Mutluluk Meselesi